27 Aralık 2007
EN TATLI HEDİYELER
Bu etkinlikte ben de varım. İki tarifle katılıyorum.
1.si Pekmezli zencefilli yılbaşı kurabiyeleri- Can'ın kuzeni Alp için
Malzemeler
1 yumurta
150 gr tereyağı ( oda ısısında bekletilmiş - yumuşamış)
2 su bardağı un
1 çay bardağ mısır nişastası
1/2 su bardağı pudra şekeri
1 çay bardağı pekmez
1 çay kaşığı karbonat (silme)
1 çay kaşığı tarçın
1 çay kaşığı toz zencefil
1 limon kabuğu rendesi
Aldığı kadar buğday nişastası.
YAPILIŞI:Hamurunuzu kulak memesi kıvamına gelinceye kadar azar azar buğday nişastası ilave edip yoğurun. Hamuru 2 cm olacak şekilde açalım. Kurabiye kalıplarımız ile hamurumuzdan şekiller çıkartalım ve yağlı kağıt serilmiş fırın tepsimize aktaralım. Fırınımızı 180 dereceye getirip ayarlayalım. Yaklaşık 15-20 dakika pişirip çıkartalım. Eğer kurabiyelerin çevresi kızarmaya başlamışsa kurabiyeler pişmiş demektir.
2.si Çikolatalı Truf- Punto Amcalara bayramlaşmaya giderken götürmek için.
Ayşem'in Oktay Usta'nın programında yaptığı şekilde yaptım. Tarif şu şekilde
ÇİKOLATALI TRUF:
MALZEMELER:
2 su b.kek kırıntısı
yarım su b.krema
1 su b.eritilmiş çikolata
HAZIRLANIŞI: 2 Su bardağı kek kırıntısı karıştırma kabına alınır. Üzerine yarım su bardağı krema eklenir. İyice karıştırılır. Diğer taraftan çikolata benmari usuluyle ya da mikrodalga fırında eritilir. Karıştırma kabına alınır. İyice yoğurulunca buzdolabında bir süre bekletilir. Soğuyunca dolaptan çıkarılıp küçük küçük koparılır, yuvarlanır. Daha sonra toz
fıstığa, hindistancevizine, renkli süslere ya da file fındığa bulanır.
20 Aralık 2007
ZAMANI DURDURSAK
Ve bayram geldi.
Hepinizin bayramı kutlu olsun, beni de düşünüp bayram mesajı bırakan arkadaşlara çok teşekkür ediyorum.
Seneye yine güzel mesajlar almak ve yazmak dileğiyle
18 Aralık 2007
Anneler Buluştu...
Bu da evimizin genel görünüşü, 3 çocuklu bir evin halini merak edenlere. Çok da dağınık sayılmayız hani.
Not: Efe nerede diye merak ederseniz, annesinin kucağında yüzü kapalı uyumaya çalışıyor. Her bebeğin uyuma tarzı birbirinden farklı, Efecik de böyle uyuyor.
Akşamada Can'ın bir başka arkadaşı Azra geldi. Azra bu hafta kırkını dolduruyor.
Can'ın uykusu gelmiş burda yüzünü ovuşturuyor. Azra ise yeni uyanmıştı.
14 Aralık 2007
PEKMEZLİ ZENCEFİLLİ KEK & SÜTLÜ İRMİK PASTASI
- 3 yumurta
- 1 fincan pekmez
- 1 tatlı kaşığı zencefil
- yarım çay kaşığı muskat rendesi(1 muskatın 1/8 i kadar)
- yarım çay bardağı sıvıyağ
- 3/4 su bardağı şeker
- 1 paket kabartma tozu
- 1 portakalın kabuğunun rendesi
- kek kıvamını alacak kadar un
- üzerine serpmek için fındık kırığı
Yapılışı: Şeker ve yumurta mikserde iyice çırpılır. Diğer malzemelerde eklenerek yağlanmış kek kalıbına ya da doğrudan silikon kalıba dökülür. Üzerine fındık kırığı serpilir. Önceden ısıtılmış 180 derece fırında içi tam pişene kadar tutulur.
Sütlü İrmik Pastası
- 1 lt süt
- 15 yemek kaşığı irmik
- 12 yemek kaşığı şeker
- Üzeri için meyveli sos yada evde bulunan reçellerden herhangi biri.
Yapılışı:Süt, şeker ve irmik bir tencereye konup ocakta koyu muhallebi kıvamına gelene kadar pişirilir. Suyla ıslatılmış kalıba dökülür. Ben yine silikon kalıp kullandım. Soğuduktan sonra ters çevirip üzerine hazır meyveli sos dökülür ya da evde ki reçellerden herhangi biri kullanılabilir. Kesilerek servis edilir.
Bu hafta Azra arkadaşını görmeye gittik Can'ın. Azra 1 aylık oldu. Orada eşimin iş arkadaşları da vardı. Azra uyurken meydan Can'a kaldı.
Anne konuşuyor: Yeni mamalar ve Anne Blogcular buluşması ile pek yakında yine burdayım. Can 3 aylık olsun o zaman çok şey değişir diyenleriniz var mıydı? Varsa çok haklılarmış. Gerçekten herşey çok daha güzel eskiye göre. Daha çok insanların içindeyiz. Ben buraya hepsini aktaramasam da epey faal geçiyor günlerimiz.
10 Aralık 2007
MAMMA
Ama dede ve babannemizin getirdiği mamaların yanında benimkiler hiç kaldı. Doğal ve lezzetli bir çok ürün. Can torun henüz yiyemiyor ama ben yedikçe o da nasiplenir elbet.
Bunlarda Gönül yengemizin el hünerleri,
İçi damla sakızlı muhallebi üzerinde eritme çikolata, meyve ve krokanlar ile tart
Meyveli ve damla çikolatalı 5.yaş pastası...
Tarifleri pek yakında...
7 Aralık 2007
YORUMLAR VE GÜZEL TELAŞLAR
Bu akşam memleketten babaanne ve dedemiz geliyor. Yarın aynı zamanda Can'ın kuzeninin doğumgünü. Sonuç olarak, mutfakta güzel telaşlar içerisindeyim. Kuzenimize yapacağımız pastanın pandispanyasını hazırladık. Pandispanya yapmışken bu akşam için bir de kekimiz olsun dedim. Uzun zamandır kullanmayı düşündüğüm pekmez, zencefil ve muskatı ile güzel bir kek oldu. Gerçi ben bu malzemelerle kurabiye yapmayı düşünüyordum ama en pratik yol ne ise onu uyguladım. Zaten Can'da ben muskatı rendelerken uyandı. Telaşla muskat topunu kekin içine düşürdüm. Can'ı kucağıma alıp muskatı rendeleyeyim dedim, iyi de gidiyordum aslında ama gene düşürdüm topu:) İki karpuz bir koltukta olmaz deyip ara verdim.
Akşama da kumpir yapmayı planlıyorum çorba ve pilavın yanına. Hazırlıklarım tamam akşam fırına verilmek üzere. Muskattan patatesin içine de rendelemeyi düşünüyorum. Münevver Abla'dan öğrenmiştim bunu.
Fotoğraf ve tariflerle dönerim.
Ayrıca yarın uzun zamandır ilk defa kuaföre gideceğim Can'ı babaannesine bırakıp. Saçlarım kuaförün ellerindeyken, aklım oğlumda olacak...
4 Aralık 2007
YENİ BİRŞEYLER SÖYLEMEK LAZIM...
Sonra birden çekmecede büyüyünce giyer diye beklettiğim diğer giysileri geldi aklıma, tek tek giydirip çıkarmaya başlayınca farkettim ki kimilerini giydirmekte geç kalmışım. Kimilerinin ise vakti gelmiş. Babasının aldığı bu tişörtün mesela... Bu tişörtün vaktini geçirseydik azarı işitirdik babadan. Haklı çünkü bir hevesle ebay'den bulup almıştı.
28 Kasım 2007
ESRA İÇİN... ELMALI PASTA
26 Kasım 2007
ANTİBİYOTİK KULLANIMI
Geçen haftanın diğer olayı Can'ın ishal olması idi. 1 gün olup da geçmeyince cuma sabah sağlık ocağına gittim tez elden. Doktor muayene etti ve çok kötü bağırsak enfeksiyonu geçiriyor dedi. Boğazlarına da baktı. 2 tür antibiyotik ve bir de bağırsak florasını tekrar düzene sokan (ölen faydalı bakterilerin yerine yenisinin takviyesi) Reflor verdi. 2 gün uyumadım desem yeridir. Sulu dışkılama sonrası bir de pişik olmuştu çünkü. Sürekli altını değiştirip emziriyorum. Esas kafamı kurcalayan ve beni uykularımda da rahat bırakmayan konu ilaç kullanımı idi. Pediatri portalı sitesini açıp bu konu hakkında sorulan soruları okudum uzun uzun. İlaçlara önce başladım. Sonra ertesi gün diğer ishal belirtilerine baktım hiçbirini göstermiyor oğlum. Ara sıra epey sulu ve yeşil dışkılama yapıyor ama bu kadarın fazlasını da emiyor öncesinde. Ateş yok, genel durumu ve iştahı iyi, ağzı kuru değil, bol ıslak eskisi gibi. 2 doz verdiğim antibiyotiği de Reflor'uda kestim. Kendisinin mikropları yenmesine fırsat vermem gerek.
2 aksırığa bile antibiyotik yazmayacak, doğal yöntemlerle( anne sütü) hastalığını atlatmasını önerecek bir doktor bulmalıyız dedik ve bulduk. Sağlık ocağı doktorlarına artık güvenmiyorum maalesef.
Şu an Can'ın tek ilacı anne sütü, diğer ilaçlara kapımız kapalı bir süre, daha 2 aylık olan bir bebeğe bu kadar çok ilaç tavsiyesi ne derece doğru?
Siz bu konuda neler düşünüyorsunuz, deneyimleriniz nelerdir?
21 Kasım 2007
UNUTTUĞUNU UNUTMAK
Kıssadan hisse, evden çıkarken bir daha kontrol edin evinizi. Ocakta ya da prizde birşey bırakmayın. Uzun süreli ayrılıyorsanız vanaları ve şalteri kapatın. Eğer benim gibi unuttuğunu dahi unutanlardan oldu iseniz, bir başkasından sizin için kontrol etmesini isteyin.
Evinizi sigorta ettirmeyi de ihmal etmeyin tabi!
16 Kasım 2007
CAN'A ANNESİNDEN 2. AY MEKTUBU
2 aylık oldun bile...
Zor zamanlar oldu, altını değiştirirken ağladın, iki ayağım bir papuca girdi, uykusuzluk, yorgunluk, zaman zaman açlıktı beni bekleyenler. Çoğu vakit, sen kucağımda iken yedim yemeğimi...
Öte yandan agu dedin, güldün, tatlı tatlı emerken seyrettim seni. Uyurken ve emerken o kadar masumdun ki dünyaları verdin bana. Sabırlı olmayı öğrettin, bağlanmanın en başka ve güzel halini de. Şu an 2 aylıksın, sana çok alıştım. Uyuduğum az vakitlerde gördüğüm rüyalarda bile sen varsın artık.
Yaklaşık 1o ay önce herşey bu resimle başladı. O zaman kalbin bile oluşmamıştı. Birkaç hücreden ibarettin. Bu teste bile ihtiyacım yoktu benim, hissediyordum varlığını, bilerek geciktirdim testi, keyfine vardım seninle aramızda olan bu sırrın, bir süre kimse bilmesin istedim. Sonra bu 2 çizgi ile sırrımızı ilk babayla paylaştık sonra babaanne, anneanne, yenge ve arkadaşlarla devam etti. Artık sır değildin.
Seni ilk ekrandan seyrettiğimizde anne karnında geçirdiğin 2. ayındaydın yine. Yanıp sönen bir noktadan ibaretti kalbin. O yanıp sönen ışık ile bir mucizeye tanık olduğumu anladım, heyecanlandım. Şimdi ise kollarımın arasında atıyor o kalp. Mucizemsin sen benim. Hergün şükretmemi sağlayan bir mucize...
Sonra 3.ayımızda doktora gittiğimizde ellerin ve bacakların da oluşmuştu, hareket ediyorlardı. En güzel anlardan biriydi yine bunlara şahit olmak. İple çeker olmuştum artık doktora gideceğimiz ve seni göreceğim vakitleri. Ama sen büyüdükçe sadece başın yada gövden sığıyordu ekrana ve anlayamıyordum bile nereye baktığımı, bu 2 resim çok anlamlı o yüzden benim için. Seni tamamen gördüğüm, gülmekten dolayı karnımın oynadığı ve bu yüzden doktorun resim almakta zorlandığı anlardı.
2.ayımızla birlikte sana aldığım ilk oyuncakla karşılaştığında o kadar mutlu oldun ki, gözlerinle dönenceyi takip etmeye çalışırken bir yandan gülücükler atıyordun. Dönencenin çaldığı ninni, babanın sana çaldığı ile aynı idi.
Müziği seviyorsun, baban sana org çalarken piyano sesiyle sakinleşiyorsun.
Evde ki tablolara bakmayı seviyorsun. Bazen kıskanmıyor da değilim. Bana bakmayıp onlara bakmayı tercih ettiğin için.
2. ayında aklıma gelenler ve sana yazmak istediklerimdi bunlar. 1. ayında acemiydi annen daha, sana ve anneliğine alışmaya çalışıyordu. O yüzden bu mektubu ilk ayın için de yazılmış kabul et.
Burada mektubumun sonuna gelirken, dileğim; bu mektupları sana ömrüm yettiğince yazabilmek ve senin hep sağlık, huzur ve mutluluk içinde olman...
Sevgilerimle
Annen
8 Kasım 2007
KULAK İLTİHABI
17 Ekim 2007
YENİ LİSTEMİZ
14 Ekim 2007
BAYRAM, YAĞMURLAR VE SESSİZ GEMİLER
Can ile bu bayram hiç kolay geçmedi. Aramam gereken birçok yeri, en azından bir mesaj göndermem gereken bir çok arkadaşı, yakını habersiz bıraktım bu bayram. Kendi derdine düşmüşler misali...
Anne ve babamın iyice yaşlandıklarını farkettim bu bayramda. Annemin ağır işiten kulakları ile iyice katmerlendi üzüntüm. Annemler bizde olduğu için ve Can'ı görmek için ziyarete gelen abimler ile olay başka bir boyut kazandı. Ev ahalisine yemek ve ikram gerekiyordu. Can'dan fırsat bulabildiğim her dakika mutfağa koşup birşeyler pişirip taşırmaya çalıştım. İşin sonunda yetişemeyip bunalıp stres yükledim bedenime... Mutfak telaşımın son eseri ise Ayşem'in tarifiyle uzun süredir yapmak istediğim, yanmış fındıklı kurabiyeler idi. Özenerek annemlere yolluk olarak yaptığım kurabiyeleri fırına verip Can'ı emzirip tekrar fırına baktığımda yanmış hali ile karşılaşınca suçu fırına yakın oturan ve aynı zamanda bilgisayar kullanmakla meşgul olan eşime buldum, kokusunu alıp da, farkına varmadIğı ve haber vermediği için... Kızgınlıklardan o da nasibini aldı. Can ağladıkça sürekli "Pınar! Annesi gel hadi" diye seslenen ev ahaline kızdım. Tek çözüm üretebilen bendim, çare bendeydi sanki. Bizim ki gazı da olsa, altı pis ya da pişik de olsa, huzursuz da olsa süt emmeye başlayınca susuyor çünkü. Şu süt anne geleneği bizde de olsa diye geçirdim içimden, arasıra bir süt anneye bırakabilsek hiç fena olmazdı.
Sonuçta, pozitif bakış gitti. Negatif bakış geldi. Can'ın altı pişik oldu. Emzirme probleminden bir yere çıkılamadı. Önce ki Ramazan Bayramında bütün komşuları ziyaret edebilmişken, bu bayram kapı komşumuzla bile ancak ayaküstü, kapı önünde bayramlaşabildik.
Bütün bunların sonucunda yetişememek ve özgür olamamanın verdiği duyguyla arttı kızgınlıklar, taştı, başağrısı oldu. İşte bu fotoğraf anlatıyor hissettiklerimi, varın siz yorumlayın.
Fotoğrafın sahibi babamız...
Ve yağmurlar geldi. Derde derman, bana nefes oldu. Bayramın 3.günü toparladım kendimi, anne ve babamı yolcu ettik ama içimde pişmanlık kaldı, bütün bu stresi onlara da yansıttığım için. Sakin ve huzurlu kalmayı başaramadığım için kızdım kendime...
Can da daha huzurlu bugün...
Dışarısı soğuduğu için gene çıkamıyoruz bir yere ama yağmuru seyredebilmek de güzel...
Sessiz sakin evde huzurlu olabilmek de güzel... Sessizliği seviyorum, gemileri seviyorum...
11 Ekim 2007
BAYRAM ÖNCESİ
6 Ekim 2007
SAYFA 187
Oyunun kuralları katı, en yakın kitabı almamız gerekiyormuş. Mecburen attım elimi en yakın kitaba. Eşimin okuduğu kitap idi. NTV'nin yayını "Kanıtı Olmayan Gerçekler". O da ne, şaşılacak bir durum kitabın 187. sayfası ortada yok. Sayfa karışıklığı var ama 187. sayfa yok ortada. Eşim daha kitabın başında olduğu için bunu farketmemiş henüz. Bu oyun sayesinde kitabı değiştirmek üzere iadeye ayırdık.
Yakında başka kitap yoktu, yatak odasında ki kitaplığa gittim. 187 olduğu için kendimce 1.rafın 8. kitabını aldım. Tesadüf, çocuk yetiştirmekle ilgili bir kitap. "Çocuk yetiştirmede Altın Kurallar" adlı Ahmet Yüter'in kitabı. 187. sayfayı açtığımde ilk cümle şu:
"Mükemmel anne var mıdır?"
Ben de bu cümleden esinlenerek güzel anneleri sobeliyorum. Sevgili Pastarda Burçin'i, Sevgili Tütü'yü ve uzun süredir ortalarda gözükmeyen ama dönüş yapan Hülyalar'ı sobeliyorum. Oyunla ilgili ayrıntıları Sevgili Bocuruk'un sitesinde bulabilirsiniz.
4 Ekim 2007
ALIŞMA GÜNLERİ
Salonumuz penceresinden bizi selamlayan Çınar ağacının sararan yapraklarını farkettim bu sonbaharda... Can emerken uzun uzun seyretme fırsatı buldum ağacımızı... Karlar, yağmurlar yağacak daha, ben seyredeceğim. 2,5 ay daha evdeyim. Sonra iş başlayacak.
Can uyanıkken sık sık emmek istiyor, haliyle yorulan ebeveyn ben oluyorum. Babamıza iş düşmüyor. Can'ın gece ağlamalarından rahatsız olan babamız ertesi gün işyerinde uykusuz kalmasın diye ayrı odada yatıyor artık. Açıkçası terkedildik. Gece uyanıp meme isteyen koca adam gibi tosur tosur uyuyan oğlumla başbaşa ediyoruz sabahları artık. Çareyi hemen 2.gün buldum. Artık uzanarak emziriyorum. İkimizde yan dönüp birbirimize bakar durumda oluyoruz. Herkes aman çocuğu ezersin dikkat et diyor ama öyle bir uyuyorum ki sanki etrafım dikenlerle kaplı, milim oynamıyorum yerimden. Can'ın sesine kurulmuş saat gibiyim, uyanıyorum hemen.
Kaç gündür yazı yazmak istiyorum, yorumlarınıza cevap yazmak istiyorum ama Can izin vermiyor, evde bekleyen işler izin vermiyor. Ara ara babannemiz geliyor yardıma, onun dışında çoğunluk yalnızız... Akşamları arkadaşlar geliyor ziyarete, gündüzleri de komşular... Günler geçiyor, biz Can ile birbirimize alışma sürecindeyiz, o çoktan alışık da, beni yola getirmeye çalışıyor sadece. Can ağladığı vakit memeyi alınca susuyor neyse ki, bu beni çok yoruyor ama buna da şükür diyorum. Bazı çocuklar gaz sancısı olunca rahatlamak için de emmek istermiş, bizimkisi böyle bir durum sanırım. Kakasını ve çişini yeterince yaptığı için sütüm yetmiyor, doymuyor fikrine kapılmıyorum. Can'ın yüzünde ergenlik sivilceleri gibi minik minik kırmısı kabarıklıklar var. Annelere sorduğumda kendi çocuklarında da olduğunu söylüyorlar. Farklı bir şampuan kullanmaya başladık acaba alerji mi yaptı ilki diyerek. Anne sütü yağlı ise ondan da olabilirmiş sanırım. Umarım yakın vakitte geçer, pürüzsüz bebek tenine Can yeniden kavuşsun istiyorum. Yalancı emzik henüz kullanmadık. İlk 1 ay kullanmak istemiyorum. Bir tane aldık ama bizimkisi süt gelmediğini görünce pek tutmadı. 1 ay sonra farklı bir emzik ile denemek istiyorum. Ağlamaya başladığında geçici ve iyi bir çözüm diyor herkes.
Süt pompamız geldi ve ilk denemeyi o gün yaptım, çalıştığını görünce dezenfekte edip kaldırdım çünkü Can Bey süt birikmesine hiç müsaade etmiyordu ta ki 2 gün önceye kadar. Gece uykusu uzun sürdü ve uyanmadı, yanına gittim şöyle bir deneme yaptım yok uyanmıyor, emmiyor. Ben de doğru makineyi çıkarıp tek göğüsten süt çektim, aradan dakika geçmedi ki bizimkisi uyandı. Süt diye ağlamaya başladı. Artık diğer göğüste ne kadar varsa idare etti garibim. Sağdığım sütü biberona koyup doğru buzluğa kaldırdım. Uygun bir vakit ben dışarıya çıktığımda ya da haftasonu babası evdeyken gece biberonla vermesi üzere kullandırmak istiyorum. Topu topu çıkan da 75 ml zaten, tek içimlik yani...
Can'ı emzirirken bol bol kitap ve dergi okuyorum. Sofra dergisinin yanında GEO ve Bebeğim dergilerine de üye yapmış beni babamız, çok sevindim buna. GEO'nun bu ay ki kapak konusu Annelik duygusu üzerine. Bu konuda geniş bir yazı hazırlanmış. Garanti Emeklilik'den hediye bir kitap geldi. Mutlu Yaşama Sanatı adında Prof. Dr. Osman Müftüoğlu'nun kaleminden, bu tür kitapları sevmem aslında ama bu kitap hoşuma gitti. Sanırım ihtiyacım olduğu bir dönemde geldiği için anlam kazandı.
Sevgili Itır yorumunda yazmıştı "hoşgeldin doğum sonrası karmaşık duygular(postparium) dünyasına" diyerek... Gerçekten öyle, karma karışık bir dünya burası...
Daha aklımda bir sürü yazacak konu vardı. Can hala uyuyorken yazayım diyorum ama şimdi aklıma gelmiyor yazacaklarım.
Yorumlarınızı tek tek ilgiyle okuduğumu bilmenizi istiyorum. Özellikle tavsiye ve tecrübelerinizi aktarmanız benim için çok değerli. Ancak, vakit bulup yorumlara cevap yazamıyorum. Blog sayfalarına da arada bir hızla göz atıyorum. Güzel bir Ramazan geçiyor. Şenlikli sofrlar, yeni tarifler... Benim de içim gidiyor mutfağa girip birşeyler yapmaya ama dün akşam gelecek arkadaşlarımız için bir Çikolatalı Keki bile zor zahmet yapabildim. Fotoğraflamayı çok isterdim ama ne mümkün. Üstelik fotoğraf makinemiz yenilendi. Canon EOS 40D'miz var artık. Ama değil fotoğraf çekmek, daha makineyi inceleme fırsatım bile olmadı. İnşallah tekrar Can ile bir düzen oturtup mutfağa dönüp yeni tarifler deneyip fotoğraflama fırsatım olur. Sonbahar ve kış geliyor ve ben yeni bir etamine başlamak istiyorum. Tatil yapmak, yeni ülkeler görmek istiyorum. Evde geçen 2 haftanın sonunda sokağa çıkıp elimi kolumu sallayarak yürümeyi bile özledim. Meğer mutluluk çok uzakta değilmiş, bizim sokağın yanıbaşındaymış...
28 Eylül 2007
BİZ NE YAPTIK?
Doğduğunda ben odaya çıktıktan biraz sonra getirdiler Can'ı ve kan testi dışında da almadılar hiç. Gelir gelmez meme aranıyordu, ağzı sağa sola gidiyordu, hemen emzirdim ama süt yoktu sanırım. Can emdikçe geldi sütler. Sarılık olunca da sık sık emzirdim. Şu an sarılık sadece gözlerinde kaldı. Bol bol altını kirletiyor. Bezini her açışımızda bir de ortalığı sulamaya başladı, baştan aşağı üstünü değiştirmek zorunda kalıyorum. Bunun için türlü çareler aradık ama yine de kıyıdan köşeden üstünü ve ortalığı ıslatmayı başarıyor altı açıkken. Bunun için bir çare varsa lütfen paylaşın!
Göbek kordonu 1.haftasında düştü, gece altını değiştirirken bir baktım göbek kordonu düşmüş içerde duruyor. Saklıyoruz...
Hiç bir iş yapamıyorum, geçen gün bir kek çırpayım dedim, 3 kez ara vermek zorunda kaldım. Dün iftar için yemeği zor hazırladım, devamını da eşim getirdi. Uyuduğu aralarda biraz evi toparlamaya çalışıyorum. Bazen de onunla birlikte gündüzleri ben de uyuyorum. Süt için dinlenmek gerekiyormuş. Bir de evin her odasında büyük şişelerle su bulunduruyorum. Özellikle emzirirken susuyorum ve bol su içiyorum.
Bugün de parka gittik güzel havadan istifade ederek. Ana kucağı denen koltuğun içinde iken hiç sesi çıkmıyor, arabasının da sarsıntısı sanırım beşik etkisi yapıyor ve hiç uyanmadan geri döndük bugün neredeyse.
Şimdilik bu kadar diyelim, Can ile bu kadar yazabildiğime şükrediyorum. Bu arada bu güzelim kurabiyeler, bugün bizi ziyarete gelen Sevgili Gülriz ablamızdan. Kurabiyeler nefisti, yine dayanamayıp yedik bir tanesini... Hepsi cicili bicili farklı şekil ve renklerde idi. Üzerlerinde Hoşgeldin Can yazan patikleri çok sevdik. Çocuk arabası figürü de çok güzeldi. Güzel hediyeleri için çok teşekkür ediyoruz Gülriz ablamıza...
25 Eylül 2007
Bir Soru
Can ile aramızda süt ilişkisinden dolayı kopmaz bir bağ oluştu, bazen 5 dakika aralıklarla süt emmek istiyor. Bu sebeple cevaplarınız benim için çok önemli, Can'ın dışarıya çıkamaması demek benim de çıkamamam anlamına geliyor. Dışarıya 5 dakika yürüyüş için bile çıkmaya çekiniyorum. Çünkü mızırdanmaya başladığı vakit illa ki emmesi gerekiyor, başka türlü sakinleşmiyor. Biliyorum eğitimlerde her ağladığında emzirmeyin deniliyordu ama şu an yenidoğan sarılığını geçiriyor ve daha çabuk atlatması için sık sık emmesi gerekiyor, sık emiyor olması benim göğüs sağlığım için de iyi. Sipariş ettiğimiz süt pompası henüz gelmedi çünkü. Can sık emdikçe benim için de rahatlatıcı oluyor.
İşte böyle bizim evin halleri...
Bu arada fotoğraf Can'a aittir, gönüllü fotoğrafçısı ise babası...
24 Eylül 2007
GÖNÜL BORCU
Beni hiç yalnız bırakmadınız, hem telefonlarınızla, hem ziyaretlerinizle ve güzel yorumlarınızla...
Bir de üstüne güzel hediyelerinizle sevindirdiniz...
Gönül borcu bu, nasıl ödenir?
Elbet yeri ve zamanı gelir, ödenir tüm gönül borçları...
Gönül borcu alacaklıları sizlere duyurulur, hepiniz kendinizi biliyorsunuz...
Sizler sanal dostlar değil miydiniz?
22 Eylül 2007
İŞTE BİZİM HİKAYEMİZ...
Cevap: Çocuk sahibi olmayı bekleyen ya da düşünen anne adaylarına belki yol gösterir, fikir verir, doğumlar nasıl gelişiyor bilmek isterler diye düşünüyorum. Çünkü ben hamileyken blog sahibi arkadaşların doğum hikayelerini okumamın bana çok faydalı olduğunu düşünüyorum. Benim okuduklarım Sevgili Açalya, Esra, Ayça ve yakında çocuk sahibi olan Asya idi. Bilgilerini, tecrübelerini blogları aracılığıyla paylaştıkları için çok teşekkür ediyorum. Sadece doğum hikayelerini değil, çocuk sahibi olmakla ilgili diğer tecrübelerini de paylaştılar. Şimdi sıra bende, sonunda ben de doğum hikayemi anlatabiliyorum.
Nereden başlasam... En iyisi en başından başlamak, bir gün öncesinden...
Bir gün öncesi, geçirdiğimiz en hareketli günlerden biriydi. Önce babannemiz kendisi için doktora giderken ona eşlik ettik. Sıcak bir gündü. Ardından Bilgi Üniversitesinin Santral İstanbul kampüsüne gidip dinlendik, kitap okuduk, sonra kalkıp pazara gittik. Evet itiraf ediyorum, pazara zevkle gittim. Hatta dönüşte markete de gittim, aldıklarımızla da yürüyerek geldik eve. Pazar bize yakın sayılır ama gene de poşetlerle eve dönmek zordu. Neden yaptım, neden bu kadar gözü karayım bilmiyorum... Sancı hissetmek istiyordum, sancısız geçen hamilelik sonrasında sezeryan olmak istemiyordum. Herşeyimiz hazırdı, tek eksiğimiz sancı idi çünkü. Doktor demişti Can'ın eli kulağında diye ama yeter ki sancımız olsun...
O akşam kasılmalar hissettim ama yine sancı tarzında değildi, karnım sık aralıklarla kasılıyordu ama bu beni rahatsız etmiyordu, sanki bebek içten sıkıştırıyormuş gibi... O akşam güzel bir uyku çektim. Ertesi sabah erken kalkacaktık. Doktor bize 8:30'da NST için doğumhane kısmına gelin demişti. Neden saat 9'da poliklinikde değil de 8:30'da doğumhanede yaptırmamızı istemişti ki NST'yi... Doktorumuz planlarını yapmıştı anlaşılan ama bizi telaşlandırmamak için söylememişti. Biz de rutin bir kontrole gider gibi gitmiştik doktora. Normalde sabahları uyanma zorluğu çekerken, o sabah 7:45 de çok dinç uyandım, kalkıp duş aldım, sanki doğuma gideceğimi hissetmişim gibi. Ardından da yazıyı yazdım blog için. Bir diğer hissettiğim şey ise sabah uyandığımda neredeyse 5 dakikada bire denk düşen hafif sancılardı... Yolda giderken eşime söyledim, acaba yakın mı vakit diye? Hastaneye yaklaştığımızda eşim heyecanlanıp arabanın dörtlülerini yaktı. Hastaneye 20-30 metre kaldı, ne yapıyorsun dedim, gülüştük.
Doğumhaneye girdik, daha önce gezip gördüğüm için, doğumhane içinde gayet rahattım. Öncesinde olacakları defalarca okuduğumdan acaba şimdi ne olacak endişelerim de yoktu. NST ye bağlandık, ardından doktorumuz geldi. Muayenemizi yaptı, rahim açıklığı 4 cm, silinme %80, seni biraz misafir edicez burda dedi. Yatışını yapalım diye de bilgi verdi. Anladım ki doğum vakti geldi. Acaba birazdan başlayacak telaş ne zaman bitecekti. Çünkü okuduklarıma göre bu iş gece ve gündüzleri kapsayacak genişlikte oluyordu. Doğumhaneye sadece NST çekilecek diye girmiştim, eşimle vedalaşma durumum bile olmamıştı, acaba eşime bilgi veriliyor mu diye düşündüm. Hastane çantamızı da yanımıza almadan gelmiştik ve daha bir çok şey ama bütün bunları düşünmek gereksizdi. Doğum kıyafetimizi giydirdiler, doğumhanede yoğun bir ilgi ve takip vardı, sürekli birşeyler yapılıyordu. Kolumuzdan damar yolunu açtılar, lavman yapıldı. Düşündüğümden çok daha az rahatsız edici ve pratikti lavman yapılması, neyse ki sabah aç karna ve birşey içmeden gelmiştik. Ardından suni sancı denilen Oksitosin serumunu taktılar. Bu serum canımı çok yakacaktı. Ortalıkta duran bir gazeteyi alıp sancı odasında kolumda serum beklemeye başladım, gazeteden daha bir kaç haber ancak okumuştum ki suni sancı etkisini göstermeye başladı, üstelik artan bir şekilde. Son haftalarda ya suyum gelirse diye yatakta koruyucu ped, arabada ise plastik bir koruyucu koyuyordum oturduğum yere... Bunlara hiç gerek yokmuş, serum takıldıktan sonra da kesemizin patlatılma işlemi yapıldı. Bu işlemin acı vermediğini bildiğimden gayet rahattım. Rahatlığım ebe hemşirelerin ve doktorumun diline destan oldu. Ama bu rahatlık da bir yere kadarmış. Suni sancının etkisi ile sancılar dayanılmaz hale kavuşunca rahatlık filan kalmıyor. Serum takılırken bir yandan okurum diye yanıma aldığım gazete, artık dişlerimin arasındaydı (!) Sancılar 2 dakikadan bile daha sık ve çok kuvvetli geliyordu. Ağrı kesici olduğunu söyledikleri bir iğne yaptılar. Yemek yemek yasak olduğu için enerjisiz kalmayalım diye bir serum daha taktılar. NST ye bağlı olduğum içinde yerimden kalkamıyordum. Bu esnada ben epidural anestezi istiyorum diye seslendim. Rahatlık var ya, bağıramıyorum, sadece sesleniyorum. Baş hemşire beni telkin etmeye çalışıyordu bak şimdi ağrı kesici yaptık, bunun etkisini görelim ondan sonra yaparız Epidurali dedi. Epidural şimdi yapılsa bile etkisinin başlaması 1 saat sürer, bu iğne ise etkisini yarım saat sonra gösterir dedi. Bu iğne aynı zamanda doğumu çabuklaştıracak dedi. Yapılan iğne ne idi bilmiyorum ama etkisini çabuk gösterdi. Ağrı kesici olarak değil, sancıları artırıp açılmayı bir anda 9 cm e çıkması yönünde idi. Ağrılar gelince nefesle kendimi sakinleştirmeye çalışıyorum ama mümkün olmuyor. Ben ağrılara dayanamayınca lütfen tekrar kontrol edin, kaç cm açıklık diye sordum. İğne yapıldıktan yarım saat sonra ebe kontrol etti ve 9 cm olmuş, doğum masasına alıyoruz dedi, nasıl sevindiğimi anlatamam. Suni sancı serumunu alalı 2 saat olmuştu. Doğum masasına geçtik, doktoruma haber verildi. Ağrı gelince ıkınıp, sancı aralarında dinlenmem gerekiyor ama ağrılar o kadar yoğun ve sürekli ki hangi ara ıkınıp hangi ara duracağımı bilemedim bi ara. Söylenen ıkınma hissini de henüz duymuyordum. En önemlisi de doktorum gelmeden ıkınmak istemiyordum sanırım. Doktorum gelene kadar acemice ıkınmaya başladım. Doktorum odaya girdi ve hadi bakalım ıkınıyoruz dedi, doktorumu çok sevdiğimden, onu da üzmeyerek ıkınmaya başladım, epizyotomi(kesi ) için iğne ile uyuşturma yapıldı, ve kesi atıldı. Ikınmaya başladım ama çok daha iyi yapabileceğimi düşünürdüm. Doktor ve ebeler ise aksini söylüyorlar, iyi ıkınıyorsun diyorlar ama yapamadığımı hissediyorum nedense, ağrılar yeterince ıkınmama engel oluyordu. Bu arada sürekli soruyorum bebeğin başı görünüyor mu diye. Sonra gerçek ıkınma hissini duydum, 2 ya da 3 ıkınma sonrasında da Can çıktı zaten. O anın verdiği mutluluk ve rahatlığı anlatamam, çekilen sancılar bir anda unutuluyor. Sanırım 20-25 dakika sürmüştü bu ıkınma evresi. Bebeğin kordonu kesilirken karşımdaydı, herşeye bilinçli bir şekilde şahit oluyordum. Sonra bebek hemşiresi Can'ı aldı ve yanımda ki masada ilk bakımını yaptı, Can ağlıyordu, daha sonra ilk kontrolleri için hemşire götürmeden önce yanıma getirdi, o an Can gözlerini açmış bana bakıyordu ve ağlaması durdu. Can'ı mutlulukla karışık bir şaşkınlıkla öptüm ve hemşireyle çıkmalarını seyrettim arkalarından... Saate baktığımda 11:30 du. Doğum olur olmaz masadan hemen kalkmak istedim ama plasentanında çıkmasını ve kesilen bölgenin dikilmesini beklemek gerekiyordu. Çok sürmeden plasenta ayrıldı, hiçbir ağrısı yoktu, herşey doğumla birlikte bitiyor gerçekten. Hatta doğum masasına çıkmakla bile bitiyor denilebilir. Kesilen bölgenin dikişini yaparken bile çok hafif birşeyler hissettim ama sancılardan kurtulduğum ve Can'a kavuştuğum için bunların hepsine çok şükrettim ve büyük bir memnuniyetle karşıladım. Dikişlerden sonra bir 10 dakika daha masada bekledim, herhangi bir kanama ihtimaline karşı. Daha sonra bizi odaya çıkartacak bayan geldi. Ben yürüyerek gitmek istiyordum, ayağa kalktığımda kan kaybı yaşamanın halsizliğini hissettim. Halbu ki masadayken gayet iyi hissediyordum, karnım birden boşalmıştı, rahmin hala tam olarak küçülmediğini farkettim, elimi karnıma dokununca hala sert olan rahmi hissedebiliyordum. Ayağa kalkınca içimin bir tuhaf olduğunu hissettim, halsizdim. Kendimi tekerlekli sandalyeye yakıştıramadım ama halsizliğimi görünce kabul ettim. Doğumhane kapısında eşim bekliyordu, Pınar oğlumuz çok tatlı dedi, o an karışık duygularım vardı, ağlayacak gibiydim, kendimi tutuyordum. Asansöre bindik, asansörden indiğimizde babannemiz ve yengemiz bizi bekliyordu. Odamızın kapısını süslüyor, bizi bekliyorlardı. Tekerlekli sandalye ile odama doğru gidiyorduk. O an kendimi tutamadım, ağlamaya başladım. Neden ağladığımı bilmiyorum. Çekilenler sonrası bir kurtuluş hüznü müydü yoksa şükür gözyaşları mı bilemiyorum...
Anne olmak çok farklı bir duyguymuş, üzerinden günler geçtikçe daha iyi anlıyorum. Özünden vermek bir kere, gecenden gündüzünden, uykundan, hayatından... Kısacası herşeyi onun uğruna verebilmek, o yıkanırken titreyen çenesi ile titremek, o ağladıkça ağlamak, bunları yazarken bile gözlerimin dolmasıymış...
20 Eylül 2007
BİZ GELDİK...
Bu arada 3560 gr, 55 cm doğdum, Selen Abla beni daha kısa yazmış haber verirken, uzun boylu olacağım ben, anneme benzetiyorlar beni. Sizlerle tanışmak için sabırsızlanıyorum.
Şimdilik hoşçakalın, ben annemi biraz meşgul edeyim, karnım acıktı, mızırdanayım biraz... Bu arada Maşallah'ları unutmayalım der annem. Ne kadar çirkin olsam da (!)
19 Eylül 2007
DOĞUMGÜNÜ
Geçen pazar eşimin doğumgünü idi. Ben sadece güllaç, dolma yapabildim ama eltim sayesinde öncekilerden eksiği olmayan bir doğumgünü oldu, üstelik süpriz de oldu. Ben hazırlıkları yaparken süprizi olmuyordu, akşamı sessiz sakin geçiricez beklerken, birden misafirler gelmeye başlayınca eşime güzel bir süpriz oldu. Siz resimlere bakadurun biz bir gidip gelelim Can ile...
16 Eylül 2007
SULTANAHMET'DEN KARELER...
Çok şükür sağlığımız ve Can'ımız izin verdi, bu sene de gitmek nasip oldu Sultanahmet'e...
Akşam güneş batmadan ve iftardan sonra çektiğim kareler...
Henüz güneş batmadan önce Sultanahmet Cami ve fıskıyeli havuzu...
Cami'nin önünde rengarenk balonlar... Çocuk olmak varmış... Arkada ki beyaz köpek pek bir uykulu gözüküyor, kapatın şu ışıkları da uyuyalım biraz der gibi...
İftar sonrası bir cami minaresi, kandiller yanmış.
Birazda Sultanahmet'deki standları gezelim.
Osmanlı şekeri pek meşhur Sultanahmet'de, bütün yerli ve yabancı turistlerin elinde... Denemiş ve pek bir fark görememiştik. Ancak Osmanlı döneminde şimdi ki gibi envai çeşit pasta şekerleme olmadığı için bu şekerler pek bir değerlidir çocukların gözünde heralde... O zamanın çocukları bizim büyük büyük dedelerimiz oluyor.
Önünden uzun süre ayrılamadığımız stand, Hatay tatlılarının olduğu stand idi. Hatay'ın künefesi çektikçe uzuyor, ama ben içinde daha farklı bir peynir beklerken aradığım gibi bir tat ile karşılaşmadım. Daha önce yediğimiz künefelerden farkı yoktu.
Hatay'ın meşhur ceviz tatlısı ile kabak tatlısı... Bu stand çok iyi iş yapıyordu... Farklı tatları denemek için kuyruk da beklemeye razı birçok kişi... Ceviz tatlısı, sanırım olmamış cevizden yapılıyor, aromalı bir tadı vardı...
Kabak tatlısının dışı çıtırken, içinde bal akıyordu sanki. Kireç suyuna yatırılarak yapılıyormuş. Bir nevi reçel aslında. Münevver Hanım'ın sayfasında bu tür reçellerin tarifini bulabilirsiniz.
Bu da benim memleketimin ünlü döneri; Kayısı döner...
Kestaneci, kilim dokur gibi sıralamış kestaneleri...
Bu kadar yemeğin üstüne bol köpüklü bir Türk Kahvesi içmeden olmaz.
Sultanahmet'de dolaşırken gözlerimiz hep çocuklu ailelerdeydi, özellikle de çocuk arabalarında... Aynı günün öğleden sonrasında çocuk arabası ve ana kucağı-oto koltuğu takımımızı almıştık. Tüm bunlar algıda seçicilik...
Seneye aramızda Can'da olacak şekilde Sultanahmet'e gitmek kısmet olur inşallah...