Üç gün neye yeter ki...
Nasıl kalmaz yüreğim oralarda...
Fotoğraflara bakınca sanki haftalarca gezmişiz gibi duruyor...
Oysa sadece üç gün, iki çocuk ile üstelik...
Ama yine de dolu dolu...
Başka diyarlar bambaşka bir soluk...
Anlatmam mümkün değil... İlla ki gitmeli görmeli solumalısınız oraların havasını...
Eşimin de benim de dimağımızda o kadar güzel kalmış ki bu gezimiz, her hatırlayıp da birbirimize söylediğimizde, aynı hislerde olduğumuzu fark edip mutlu oluyoruz... Üzerinden tam bir yıl geçmiş olsa da anlatmadan olmaz. 25 Mayıs 2013 ün gezisini senesine günler kala anlatmalıyım yazmalıyım mutlaka. Zaman, daha fazla anıyı notları alıp götürmeden zihnimden...
Diyarbakır a uçağımız gece yarısından sonra olunca akşam can aile dostlarımızla şahane bir şekilde geçirdik önce...
Hazırlanan sofranın güzelliği ile geziye nasıl da güzel başlamışız... Elleri dert görmesin canım arkadaşımın...
Harika bir balık sofrası ve ardından çok sevdiğim fırında helva...
Artık gece yarısını geçince bize müsaade deyip yol aldık havalimanına... Güzel bir uçuştan sonra Diyarbakır Havalimanına vardık. Kiraladığımız arabayı teslim alıp başladık arabanın içinde uyumaya:) Çünkü daha sabaha 3-4 saat var. Bizden erken uyanan çocuklarla şehri dolaşalım dedik araba içinde ama etrafta kimsecikler yok gibi. Uzun bir süre erkek görüp bayan hiç görmedik etrafta. Biraz tedirgin hissettik bu kısımda kendimizi.
Ama saat ilerledikçe etraftaki insan kalabalığı artınca tamam dedik artık gidip kendimize kahvaltı edecek bir yer bulalım. Burada bunun için en ideal yer Hasanpaşa Hanı içerisindeki kahvaltı mekanları...
Masayı yöresel kahvaltılık malzemelerle donatıyorlar ki bu da bizim istediğimiz şey... Hanın avlusuna bakan yerlerde boş masa bulamıyoruz. Meğer herkes gelmiş almış yerini, gençlik handa toplanmış. Biz de çocuklarla en rahat edeceğimiz içteki odalara geçip bekledik kahvaltının gelmesini önden gelen çaylarımızı içerken...
Bu üç günlük gezi boyunca en unutamadığım beni duygulandıran unsurlardan biri dinlediğimiz müziklerdi. Her yerde çalan güzelim Türküler... Biz de arabada sürekli TRT Gap Radyo yu dinlemiştik diye hatırlıyorum. En sık çalan Türküler; Mardin Kapısı, Diyarbakır Güzel Bağlar... olunca gezimiz bir başka anlam bulmuştu sanki... Dilimde hep bu Türküler vardı zaten yolculuk boyu... Sonra aynısına radyoda da rast gelmek çok anlamlıydı, çok başkaydı tadı...
Kahvaltı geldiğinde tanıdık lezzetlerin dışında farklı lezzetler de vardı... Un kavurması bunlardan biriydi...
Artık Diyarbakır çarşısında gezme vaktiydi...
Yeni kahvaltı etmemize rağmen gözümüz yine hep farklı yiyeceklerdeydi...
Çocukluğumda yediğimizi hatırladığım taze nohut bunlardan biriydi...
Eşimin ise alalım diye çok ısrar ettiği ama kova ebatlarının büyüklüğünden alamadığımız yoğurtlar... Keşke turistler için de ufak boylarda yapılabilse...
Diyarbakır deyince en çok aklıma gelen lezzetlerden biri Diyarbakır Burma Kadayıfı... Belki baklavadan dahi çok severim ben...
Fotoğraflarını çekeyim derken zılgıtı yediğim yoğurt satan teyzeler:)
ve artık tarihi mekanlara yol alma zamanı, vakit çok yoktu ama biz bu mekanların hepsini de gezebildik Mardin Kapısı haricinde...
Unutamayacağım bir kişi var benim Diyarbakır da... Mar Petyun Keldani Kilisesinde bekçilik yapan lacivert göz rengindeki yaşlı amca... Bizim çocuklara o gün ki kahvaltısı tek keteyi ikram edişini... Kilisenin yan bahçesinde yetiştirdiği sebzeliği... Bunun üzerine konuşmamızı... Onun o sakinliği, duruluğu... Kilisenin tarihçesini anlatışı, sorularımızı yanıtlayışı, diğer kiliseler hakkında bilgi verişi... Çok fazla konuşmanıza da gerek olmaz bazen birini anlamak için... Yazarken bile gözlerim doluyor nedense... Tam bu anda mesaj geldi instagramda ki Vildan Aktaş arkadaşımızdan nasıl garip oldu yüreğim hiç ortada bir resim yayın olmamasına rağmen nasıl da bir an'da buluşuverdik... Vildan arkadaşım şöyle yazmıştı... @pinarmy keldani kilisesinin sorumlusu o amca, ben 2 yildir Diyarbakır da yasiyorum, o kiliseye her gidişimde bende aynı sizin gibi hissediyorum. Nasil güzel bakan gözleri var...
Demek ki bir ben değilim bu hissi alan...
Vaktimiz fazla olmadığından daha da fazla kalmak istediğim Diyarbakır da kalamadık maalesef, yolumuz Mardin'e idi... Ama çıkmadan da bir hana daha girelim dedik ve iyi ki öyle yapmışız. Yoksa ömrümüzde içtiğimiz en lezzetli unutulmayan o kahveyi içemeyecektik. Kahve taş fırında pişirilmiş, Mekan Sülüklü Han, hafızaya yazılsın... Adisyon fişi bile bölgenin filolojisine uygun hem Kürtçe hem Türkçe idi... Eşim ile bu taş fırını biz de yapamaz mıyız kendi evimizin bahçesine diye de konuşacak kadar beğenmiş idik kahveyi... Daha fazla ne diyeyim...
Diyarbakır ı ancak bu kadarıyla gezebildik ama gezemediğimiz bana göre de çok şey kaldı geriye. En başta çok ama çok sevdiğim, şiirlerini kendi sesinden bıkmadan usanmadan gün boyu dinlediğim şair Ahmed Arif in müzesini gezemedik. Sonradan öğrendiğim Cahit Sıtkı Tarancı ya ait de gezilecek bir mekan varmış ama olmadı bu sefer. Ve tabi ki Diyarbakır Kalesi... Diyarbakır surları...
Kısmet ömrümüzü tamamlamadan yeniden gitmeye görmeye olsun... O lacivert gözlü amcayı da yine görebilmek, o kahveyi aynı ağız tadıyla içebilmek ümidiyle...