30 Ağustos 2010
KURU ÜZÜMLÜ VE MÜSLİLİ MUFFİNLER
Uzun vakit oldu bu sayfalara tarif eklemeyeli...
Özellikle Ağustos sıcaklarında fırınla aramıza bir mesafe koydum.
Bu mesafeyi korumaya da niyetliydim ancak gel gör ki Ayşem benim de aklımı çeldi ve her güne olamasa bile her haftaya bir tarifle gidebileceğimi düşündüm. Düşünüyorum inanmak da istiyorum!!!
Bu mesafeyi geçen hafta yapılan limonlu cheesecake ve çikolatalı chips kurabiyeler ile bozduk. İlki benle eşimin favorisi ikincisi de Can'ın...
Anne de baba da çikolatadan hazetmezken bu yavrunun çikolataya düşkünlüğü nedir böyle...
Bu muffinler ortak kümeye girdi... Can için çikolatalar eklendi. İçindeki kuru meyveler yetmedi üzerine de kuş üzümleri, bir kısmına da meyveli müsli...
Malzemeler:
3 yumurta
1 su bardağı şeker
1 su bardağı süt
3/4 su bardağı sıvı yağ
3/4 su bardağı kadar doğranmış kuru incir, kuru kayısı, kuru üzüm
150 gr çikolata rendesi ya da damla çikolata(ben madlen çikolataları kırarak ekledim)
1 paket kabartma tozu
Un
18 Adet çıkıyor...
Yapılışı:
Muffin kuralını bir kenara bırakıp normal kek yapımı yolunda gittim. Önce şeker ve yumurta çırpılır, süt ve yağ eklenir, bir kısım un elenir, elenmiş unun üstüne kabartma tozu ve kuru meyveler, kırılmış çikolatalar eklenir. Kek kıvamına kavuşacak kadar un eklenir. Karışım muffin kağıtları yerleştirilmiş muffin kalıplarına pay edilir. Yukarıdaki malzemeler ile 18 adet çıkıyor.
Üstlerine kuru kuş üzümü ya da müsli parçaları bırakılır. Ben fazladan kayısı bademleri de dizdim.
180 dereceli önceden ısıtılmış fırında 20 dakika kadar pişirilir. Fırından çıkarmadan kürdan tesi yapmayı unutmayın, kürdanı batırdığınızda temiz çıkmalı. Kürdana hamur yapışmıyorsa pişmiş demektir.
Afiyet olsun...
27 Ağustos 2010
U2 - ONE LOVE
Geçtiğimiz sene Mart ayında üç arkadaş U2 nun üç boyutlu konserini seyretmeye sinemaya gittik.
Oturarak sessiz sessiz konser mi seyredilir, seyrettik işte… Elimizden geleni bu kadardı.
Çıkışta çılgın gençlik pozlarına da bürünmeye çalıştık az biraz, Kanyon gibi bir mekanda üstelik… Sinema salonunda millet karşımızda ki ekranda konser alanında coşarken, biz oturduğumuz koltuklardan sessiz vaziyette durmanın hıncını aldık sanki ucundan…
Yetti bize o vakit, elimiz mahkum… Ağzımıza bir parça bal aldık döndük evlere…
Her dinlediğimde içimin garip bir şekilde cız ettiği “One Love” şarkısı…
Bono’nun lime lime işlediği bir sızıyla düşüyor içime de öyle dökülüyor ağzımdan sözler, eşlik ediyorum…
Sükûnetle başlanıp yüksek dozdan isyan ettiren “With or Without you” da …
Başka da şarkı yok hafızamda U2 ya ait… Ne sözü ne tınısı, sadece bu iki şarkı var. Ancak gel gör ki yetiyor da taşıyor bile…
Ruh halime derin etki yapan iki şarkı… Çok tekrar dinlemeye bu yüzden pek yeltenmediğim…
6 yıl önce Paris sokaklarında aylak aylak tek başıma gezinirken cebimdeki kısıtlı parayla satın aldığım ilk yabancı cd aynı zamanda… O zamanlar internetten indir de dinle imkanı yoktu, üniversiteden 1 haftalık mezunum, internete ancak okulun labarotuvarlarından girdiğimiz dönemler… Eve geçip, internete kavuştuğumda da şarkı indirme teknolojisinden bi haber olduğum vakitler…
Cd yi alma sebebim yine bu iki şarkı, diğer şarkılara hiç şans vermiyorum bile… Ancak Cd beni hayal kırıklığına uğratıyor, U2’nun best of u diye aldığım cd’de hiçbir şarkıyı Bono söylemiyor… Sevdiğim iki şarkının bile tadını doğru dürüst alamazken diğer şarkıların nasıl şansı olur… Bono bir başka…
Bu sebepten Sinema salonunda sırası gelse de eşlik etsem Bono’ya diye sabırsızlıkla beklediğim iki şarkı… One Love ve With or Without you…
Oysa “Sometimes you can't make it on your own” varmış daha, "New Year's Day", “Beautiful Day”… Keşfedilmeyi bekleyen benim tarafımdan… Ama yıllar yılı ket vurulan…
Biz sinema konserine gittik, hemen ardından U2 İstanbul’a geliyormuş söylentisi başladı. Yok söylenti değil gerçekmiş, biletler satışa bile çıkıyormuş, Red Zone dakiler tükenmiş bile durumu… En pahalı biletler hemen tükeniyor ancak diğer biletler gani gani bekliyor sahiplerini daha…
Heyecanla dönen mailler.
-Gidiyoruz değil mi
-Gidiyoruz gidiyoruz…
-“Let’s COEXIST” öyleyse…
Biz bu sefer oturmayacağız, ayakta saha içindeyiz… Hayatımın ilk stad konseri, belki de son, belki de bu bir başlangıç olup bir tutkuya dönüşecek…
Şimdiye kadar gittiğim Moloko ve Reamonn’ın açık hava konserlerinde aldığım tat bambaşkaydı. Ama o zaman daha üniversite yıllarıydı, giymemiştik daha kostümlerimizi…
Grupların performansı karşısında şaşkın hayran vaziyette ayrılmıştım konserlerden…
İşten çıkıp gidilen bir konserde nasıl atılır o kostümler, ne kadar sürer ısınmak, yıkmak kalıplarını, taşmak, çoğalmak… 30lu bir yaş ile 20li yaş nasıl bir olur…
Bir olmalı, olmasa U2 bunca yıl sonra aynı kalabalığı nasıl toplamayı başarsın, değil 30, değil 40, 50lere merdiven dayayıp da çıkmışlarken… ilk sahne deneyimleri 1976 yılına ait, geldiğimiz yıl 2010… 34 yıl sonrası…
Nasıl olur, nasıl bir heyecandır hiç bilemedim, televizyon ekranından defalarca seyredilen bir atmosferin içine dalmak nasıl olur ki??? Bildiğim şey şu ki bu heyecanı&deneyimi yaşamak, yaşlandığımda hatırlayıp torunlarıma anlatıp yad etmek istiyorum :)
U2 bu, 34 yıl gelmemiş Türkiye'ye, artık çok az zaman kalmış geriye... 70 yaşlarında hala rock konseri vermeye devam etmeyeceklerse eğer bu fırsatı kaçırmak istemiyorum…
Madem öyle geriye sayım başlasın haydi…
One Love'ı Bono'yla aynı havayı soluyarak, gözlerim kapalı eşlik etmek için son 11 gün…
Is it getting better
Or do you feel the same
Will it make it easier on you
Now you got someone to blame
You say
One love
One life
When it's one need
In the night
It's one love
We get to share it
It leaves you baby
If you don't care for it
Did I disappoint you?
Or leave a bad taste in your mouth?
You act like you never had love
And you want me to go without
Well it's too late
Tonight
To drag the past out
Into the light
We're one
But we're not the same
We get to carry each other
Carry each other
One
Have you come here for forgiveness
Have you come tor raise the dead
Have you come here to play Jesus
To the lepers in your head
Did I ask too much
More than a lot
You gave me nothing
Now it's all I got
We're one
But we're not the same
We hurt each other
Then we do it again
You say
Love is a temple
Love a higher law
Love is a temple
Love the higher law
You ask me to enter
But then you make me crawl
And I can't be holding on
To what you got
When all you got is hurt
One love
One blood
One life
You got to do what you should
One life
With each other
Sisters
Brothers
One life
But we're not the same
We get to carry each other
Carry each other
One
One.
Oturarak sessiz sessiz konser mi seyredilir, seyrettik işte… Elimizden geleni bu kadardı.
Çıkışta çılgın gençlik pozlarına da bürünmeye çalıştık az biraz, Kanyon gibi bir mekanda üstelik… Sinema salonunda millet karşımızda ki ekranda konser alanında coşarken, biz oturduğumuz koltuklardan sessiz vaziyette durmanın hıncını aldık sanki ucundan…
Yetti bize o vakit, elimiz mahkum… Ağzımıza bir parça bal aldık döndük evlere…
Her dinlediğimde içimin garip bir şekilde cız ettiği “One Love” şarkısı…
Bono’nun lime lime işlediği bir sızıyla düşüyor içime de öyle dökülüyor ağzımdan sözler, eşlik ediyorum…
Sükûnetle başlanıp yüksek dozdan isyan ettiren “With or Without you” da …
Başka da şarkı yok hafızamda U2 ya ait… Ne sözü ne tınısı, sadece bu iki şarkı var. Ancak gel gör ki yetiyor da taşıyor bile…
Ruh halime derin etki yapan iki şarkı… Çok tekrar dinlemeye bu yüzden pek yeltenmediğim…
6 yıl önce Paris sokaklarında aylak aylak tek başıma gezinirken cebimdeki kısıtlı parayla satın aldığım ilk yabancı cd aynı zamanda… O zamanlar internetten indir de dinle imkanı yoktu, üniversiteden 1 haftalık mezunum, internete ancak okulun labarotuvarlarından girdiğimiz dönemler… Eve geçip, internete kavuştuğumda da şarkı indirme teknolojisinden bi haber olduğum vakitler…
Cd yi alma sebebim yine bu iki şarkı, diğer şarkılara hiç şans vermiyorum bile… Ancak Cd beni hayal kırıklığına uğratıyor, U2’nun best of u diye aldığım cd’de hiçbir şarkıyı Bono söylemiyor… Sevdiğim iki şarkının bile tadını doğru dürüst alamazken diğer şarkıların nasıl şansı olur… Bono bir başka…
Cebimdeki paranın yettiği kadarına aldığım karşılık bu olsa gerek...
Bu sebepten Sinema salonunda sırası gelse de eşlik etsem Bono’ya diye sabırsızlıkla beklediğim iki şarkı… One Love ve With or Without you…
Oysa “Sometimes you can't make it on your own” varmış daha, "New Year's Day", “Beautiful Day”… Keşfedilmeyi bekleyen benim tarafımdan… Ama yıllar yılı ket vurulan…
Biz sinema konserine gittik, hemen ardından U2 İstanbul’a geliyormuş söylentisi başladı. Yok söylenti değil gerçekmiş, biletler satışa bile çıkıyormuş, Red Zone dakiler tükenmiş bile durumu… En pahalı biletler hemen tükeniyor ancak diğer biletler gani gani bekliyor sahiplerini daha…
Heyecanla dönen mailler.
-Gidiyoruz değil mi
-Gidiyoruz gidiyoruz…
-“Let’s COEXIST” öyleyse…
Biz bu sefer oturmayacağız, ayakta saha içindeyiz… Hayatımın ilk stad konseri, belki de son, belki de bu bir başlangıç olup bir tutkuya dönüşecek…
Şimdiye kadar gittiğim Moloko ve Reamonn’ın açık hava konserlerinde aldığım tat bambaşkaydı. Ama o zaman daha üniversite yıllarıydı, giymemiştik daha kostümlerimizi…
Grupların performansı karşısında şaşkın hayran vaziyette ayrılmıştım konserlerden…
İşten çıkıp gidilen bir konserde nasıl atılır o kostümler, ne kadar sürer ısınmak, yıkmak kalıplarını, taşmak, çoğalmak… 30lu bir yaş ile 20li yaş nasıl bir olur…
Bir olmalı, olmasa U2 bunca yıl sonra aynı kalabalığı nasıl toplamayı başarsın, değil 30, değil 40, 50lere merdiven dayayıp da çıkmışlarken… ilk sahne deneyimleri 1976 yılına ait, geldiğimiz yıl 2010… 34 yıl sonrası…
Nasıl olur, nasıl bir heyecandır hiç bilemedim, televizyon ekranından defalarca seyredilen bir atmosferin içine dalmak nasıl olur ki??? Bildiğim şey şu ki bu heyecanı&deneyimi yaşamak, yaşlandığımda hatırlayıp torunlarıma anlatıp yad etmek istiyorum :)
U2 bu, 34 yıl gelmemiş Türkiye'ye, artık çok az zaman kalmış geriye... 70 yaşlarında hala rock konseri vermeye devam etmeyeceklerse eğer bu fırsatı kaçırmak istemiyorum…
Madem öyle geriye sayım başlasın haydi…
One Love'ı Bono'yla aynı havayı soluyarak, gözlerim kapalı eşlik etmek için son 11 gün…
ONE LOVE...
Is it getting better
Or do you feel the same
Will it make it easier on you
Now you got someone to blame
You say
One love
One life
When it's one need
In the night
It's one love
We get to share it
It leaves you baby
If you don't care for it
Did I disappoint you?
Or leave a bad taste in your mouth?
You act like you never had love
And you want me to go without
Well it's too late
Tonight
To drag the past out
Into the light
We're one
But we're not the same
We get to carry each other
Carry each other
One
Have you come here for forgiveness
Have you come tor raise the dead
Have you come here to play Jesus
To the lepers in your head
Did I ask too much
More than a lot
You gave me nothing
Now it's all I got
We're one
But we're not the same
We hurt each other
Then we do it again
You say
Love is a temple
Love a higher law
Love is a temple
Love the higher law
You ask me to enter
But then you make me crawl
And I can't be holding on
To what you got
When all you got is hurt
One love
One blood
One life
You got to do what you should
One life
With each other
Sisters
Brothers
One life
But we're not the same
We get to carry each other
Carry each other
One
One.
Not:Fotoğraflar http://www.u2.com/ alınmıştır...
22 Ağustos 2010
ZAMAN YOLCULUĞUNA SON: İSVİÇRE
İsviçre tatili dönüşünde bloğa yazıları aktaracakken beni bir süpriz bekliyordu. Sadece beni değil Türkiye'de ki tüm picasaweb kullanıcılarına yapılan kötü bir şaka sanki. Fotoğrafları picasa html kodlarıyla link vererek bloğunuza aktardıysanız artık saf yazıdan oluşan, fotoğrafların olduğu yerde çarpı işareti bulunan yazılarınız vardı. Şaka artık ka.a oldu. Durum düzelmeyince çareyi flickr'a dönmekte buldum. Olan geçmiş yazılara oldu. Böylece bir türlü İsviçre yazısı yayınlanamadı. O yüzden gezi notlarını baştan sona değil sondan başa doğru aktarma yoluna gittim. Budapeşte, Münih derken şimdi zaman yolculuğunda en baştayız. İsviçre'de...
Masal ülkesi dediğim memleket... Artık bize neredeyse 2.memleket olmuş ülke...
Eşimin 6. benim 3, Can'ın bile 2. ziyaret edişi...
Bir masalın içindeydik yine...
Heidiland masalın tam da başladığı yerdi sanki...
Doğayla içiçe... Huzurla kolkola bir 10 gün geçti...
Bu manzara her haliyle hafızamıza kazındı.
Siyah beyaz halini de ekledik...
Renklerle dolu halini de.... Berlingen Köyü. Yürüyüş yaptığımız patika boyunca duyulan saf huzur, keşfetme heyecanı, mutluluk...
Ayrı ayrı çok güzeldin yine İsviçre ama bizi en çok vuran Heidiland'in oldu...
Dağlara yayılmış evler, derin bir sessizlik içindeki tek ses ineklerin bütün yayla boyunca dört bir koldan yarattığı çın çınlar, bu sesin yankılanması ve karışımıyla ortaya çıkan müthiş keyif veren nefis müzik...
Boyunlarında kocaman çın çınları ile güzel sarıkızlar...
Dağlara serpiştirilmiş köy evleri... Odunlar inci gibi dizi dizi istiflenmiş, bekliyor kış mevsimini....
Bir tarafta böyle bir sakinlik huzur varken, Zurih'de ise sıcak güneş ile birlikte parklarda güneşlenmeye koşanlarla oluşan bu cümbüş...
Artık gördüklerimize şaşırma katsayımız epey bir azalmış durumda... Ama yine de şaşırmalarımız ilk tecrübelerimiz devam ediyor...
Bir tanesi bu yeni sanat-hobi türü...
Taşlar nasıl bu şekilde üst üste durabiliyor??? Ustası bekliyor eserlerini titizlikle, yanına çok yaklaştırmıyor...
Uhu ile yapıştırılmış gibi diyeceğim ama koca koca taş bunlar, sünger parçası değil ki???
Dengeyi bulma çabası var her yerde...
Çok yol yürüdük çok yol aldık... İsviçre'nin birçok şehrini gezdik, göllerini tek tek seyreyledik...
Zürih seni geçen yıl es geçmiştik, oysa ki bahardan yaza geçişte de başka güzelmişsin...
İnsanlarını, barındırdığın yaşamı da seyrettik uzun uzun...
Dağlarında kar varken halen, göllerin billur gibi maviydi...
Atlayıp o gemiye biz de yol aldık daha da içlere, huzura, sessizliğe doğru..
Parklarında oyunlar da oynadık... Luzern de rastladığımız, esasında Fransa'da sıkça rastladığımız bu oyun gibi... Bowl...
Luzern başka güzeldi, İsviçre'ye gidilip de görülmeden dönülmemesi gereken şehir...
Alpleri doya doya seyreyledik, derin derin soluduk...
Ve daha bir çok şey...
4,5 ay öncesinden biletleri alındı, gitme vakti geldi, gidildi, dönüldü ve üzerinden neredeyse 3 ay geçti bile...
Bu durumu idrak etmek hafif hüzün verse de bütün güzel şeylerin bir sonu olduğunu kabul etmek yeni güzellikleri hayal ederek mutlu olmayı öğrenmek gerek... Dönüp fotoğraflara bakıp bakıp yeniden hatırlamanın verdiği mutluluk da cabası... Bu tatili yazıya dökmeyi başarmanın keyfi de apayrı...
Masal ülkesi dediğim memleket... Artık bize neredeyse 2.memleket olmuş ülke...
Eşimin 6. benim 3, Can'ın bile 2. ziyaret edişi...
Bir masalın içindeydik yine...
Heidiland masalın tam da başladığı yerdi sanki...
Doğayla içiçe... Huzurla kolkola bir 10 gün geçti...
Bu manzara her haliyle hafızamıza kazındı.
Siyah beyaz halini de ekledik...
Renklerle dolu halini de.... Berlingen Köyü. Yürüyüş yaptığımız patika boyunca duyulan saf huzur, keşfetme heyecanı, mutluluk...
Ayrı ayrı çok güzeldin yine İsviçre ama bizi en çok vuran Heidiland'in oldu...
Dağlara yayılmış evler, derin bir sessizlik içindeki tek ses ineklerin bütün yayla boyunca dört bir koldan yarattığı çın çınlar, bu sesin yankılanması ve karışımıyla ortaya çıkan müthiş keyif veren nefis müzik...
Boyunlarında kocaman çın çınları ile güzel sarıkızlar...
Dağlara serpiştirilmiş köy evleri... Odunlar inci gibi dizi dizi istiflenmiş, bekliyor kış mevsimini....
Bir tarafta böyle bir sakinlik huzur varken, Zurih'de ise sıcak güneş ile birlikte parklarda güneşlenmeye koşanlarla oluşan bu cümbüş...
Artık gördüklerimize şaşırma katsayımız epey bir azalmış durumda... Ama yine de şaşırmalarımız ilk tecrübelerimiz devam ediyor...
Bir tanesi bu yeni sanat-hobi türü...
Taşlar nasıl bu şekilde üst üste durabiliyor??? Ustası bekliyor eserlerini titizlikle, yanına çok yaklaştırmıyor...
Uhu ile yapıştırılmış gibi diyeceğim ama koca koca taş bunlar, sünger parçası değil ki???
Dengeyi bulma çabası var her yerde...
Çok yol yürüdük çok yol aldık... İsviçre'nin birçok şehrini gezdik, göllerini tek tek seyreyledik...
Zürih seni geçen yıl es geçmiştik, oysa ki bahardan yaza geçişte de başka güzelmişsin...
İnsanlarını, barındırdığın yaşamı da seyrettik uzun uzun...
Dağlarında kar varken halen, göllerin billur gibi maviydi...
Atlayıp o gemiye biz de yol aldık daha da içlere, huzura, sessizliğe doğru..
Parklarında oyunlar da oynadık... Luzern de rastladığımız, esasında Fransa'da sıkça rastladığımız bu oyun gibi... Bowl...
Luzern başka güzeldi, İsviçre'ye gidilip de görülmeden dönülmemesi gereken şehir...
Alpleri doya doya seyreyledik, derin derin soluduk...
Ve daha bir çok şey...
4,5 ay öncesinden biletleri alındı, gitme vakti geldi, gidildi, dönüldü ve üzerinden neredeyse 3 ay geçti bile...
Bu durumu idrak etmek hafif hüzün verse de bütün güzel şeylerin bir sonu olduğunu kabul etmek yeni güzellikleri hayal ederek mutlu olmayı öğrenmek gerek... Dönüp fotoğraflara bakıp bakıp yeniden hatırlamanın verdiği mutluluk da cabası... Bu tatili yazıya dökmeyi başarmanın keyfi de apayrı...
AFFENBERG (MAYMUN ADASI)
İsviçre-Almanya gezisinde uğradığımız, hepimizin ayrı ayrı çok keyif aldığı, Can’ınsa bir başka keyif aldığı mekân Affenberg…
İsviçre üzerinden arabalı feribot ile Bodensee gölünden karşıya Almanya tarafına,
Konstanz’a geçip bir süre daha yol aldıktan sonra varıyoruz bu mekana…
İçinde maymunların özgürce dolaştığı bir orman, bu ormanda bir patika, patika boyunca patlamış mısır ikramını bekleyen maymunlar… Bu yürüyüşte maymunlarla haşir neşir olup, onları elinizle beslemek çok doğal bir durum. Hatta eşim gibi kol kola sırt sırta verip fotoğraf çektirmek…Onları orman içinde uyurken seyretmek,
Ya da yavrusunu sırtında taşıyıp gezdirmesine şahit olmak…
Ya da bir daldan bir dala atlayıp ormanın içine doğru dalmalarını seyretmek…Bu seyri tel örgüler, sınırlar olmadan yapabilmeniz için bütün maymunlar aşılanmış, ancak yine de uyarı var dikkatli olmanız, çok yaklaşıp rahatsız etmemeniz yönünde. Çünkü maymundur, belli olmaz, ısırabilir de tırmıkta atabilir, eşimin başına geldiği gibi… Bir anda bir başka maymunun attığı çığlık ile irkilen maymun yanı başında tokalaşmak için duran eşimi kolundan yakalayıverdi, ben de güya tokalaşmanın fotoğrafını çekecektim:) Sesle korkan hayvancağız eşimin kolunu, tutunacağı bir ağaç dalı olarak düşündü herhal:) Sakinleşip kolu bırakan maymunun yaptığı hareket karşısında sakin kalmayı başaran eşim kolunda bir sıyrık anısıyla ve derin bir soluk ile kalakaldı… Can ise daha evcil olan maymunlarla kurdu diyalogunu, onlara bol bol patlamış mısır ikram etti, insanlarla daha bir samimi olan bu maymunlar, ziyaretçilere mısır dağıtan görevlinin bulunduğu patikada yol üzerinde sağlı sollu bekleşiyorlar.
Ziyaretçilerin patlamış mısır ikramını bekliyorlar, avuçlar patlamış mısırla dolduruluyor durmadan, maymunlarda durmadan mısırları yiyor.
Uzattığımız mısırları elleriyle avucumuzdan tek tek itinayla alıyorlar. Her seferinde tek mısır tanesi...
Can bu ikramdan sonsuz keyif aldı, onun keyfine şahit olurken de biz…
Avucumuzu kapatıp mısırları sakladığımızda ise tek tek parmaklarımızı açıp mısırı almaya çalışmalarıyla devam eden oyunumuz da çok güzeldi:)Bu oyunlarla keyif şaşkınlık iyice arttı.
Maymun adasının tek sakinleri maymunlar değildi, bunun dışında ördekler, kazlar, kuğular…
ve Leylekler… Bu seneyi bu kadar gezgin halde geçirmemize sebep olan sevgili dostlarımız…
Uzun gagalarını birbirine çarptırarak karşılıyorlar bizi. Bunu meğerse birbirleriyle olan iletişimleri için yapıyorlarmış. Çünkü leyleklerin erişkinliğe adım atmalarıyla ses telleri işlevini yitiriyormuş. Nereden mi öğrendim? Patika boyunca parkı dolaşırken çeşitli sorular içeren tabelalardan… Ön yüzde sorusu ve 3 cevap seçeneği mevcut. Arkasında ise cevapları… Kendimi bir çocuk merakı içerisinde tabeladan tabelaya koştururken buldum. Maymunlarla ilgili birçok ilginç konu da vardı. Örneğin bir maymunun dişi mi erkek mi olduğunu nasıl anlarız :) Leyleklerin her yıl yuvalarını terk edip kışın güneye göç edip seneye yine binlerce km katedip tekrar eski yuvalarına geldiklerini biliyor muydunuz? Önce erkek Leylek yuvaya gelir yuvayı bir güzel elden geçirir, temizler, onarır, dişisi gelene kadar hazır hale getirirmiş. Centilmenliğin böylesi dedirtiyor:)
Maymun adasına gitmeden önce bir diğer alternatifimiz Çiçek Adasına fotoğraf çekmeye gitmekti. Tavsiyesini ikidir alıp ikidir es geçiyoruz. Maymun Adası'nın Can için daha ilginç olacağını düşünüp tercihimizi Maymun Adasından yana yaptık. Önümüzdeki yıllarda bu diyarlara olan geziyi tekrarlayıp bu seferde Çiçek Adasından fotoğraflarla dönebilmek dileğiyle...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)