24 Haziran 2009
4.Gün: İtalya Yollarında
İsviçre'den İtalya'ya geçer geçmez bizi karşılayacak olan iki göl... Ardından da Milano'ya varış...
Ancak bu göllerin öncesinde kendini gösteren bir göl vardı ki bize, varlığından hiç haberimiz dahi yoktu. Hepsini görmüş olduktan sonra ki kararım en güzelinin ve etkileyici olanının o olduğuydu. İsviçre sınırlarından çıkmadan boğazı andıran yükseklikten baktığımızda içimizin ürpermesi, korkuyla karışık hayranlık duygusu, lunaparkta gondoldayken en tepeye çıkış anı… Göl olamaz, deniz bu diyorum, rengine, ışıltısına vurulup… Beyaz yelkenliler tamamlıyor görüntüyü, kenarında ise yeşilin her tonu ve güzelim Sisikon köyü…
Sessiz sakin, kimsecikler yok, oysa göl kenarında bir karavan kampı var. Boş da değil, karavanlar duruyor sıra sıra. Sırtında bebeği, trekking yapan bir baba giriyor kareye… Arkadan ise annesi ve büyük çocuk yürüyor. Hayranlık beslemeden edemiyorum bu aileye. Anne incecik, gencecik, iki çocuklarıyla kamp kurmaya gelmişler, doğada yürüyüşlere çıkıyorlar… Güzelim Lucerne gölünün huzurlu eteklerindeler…
Karavan da yaşamak nasıl olur acaba diye kafada bir soru işareti ve İsviçre’ye bir daha gelmek için bahaneler uydurulması…
Eşime böbürlenerek daha bu göl ne ki sen hele Como gölünü gör diyorum, en güzel manzaranın ve gölün o olduğunu o an henüz bilmeyerek. Como gölünü herkesten duymuşuz, üzerinde o kadar konuşulmuş, İtalyanlardan bile tavsiye alınmış ama sanırım bu tavsiyeleri ve övgüleri yapanlar İsviçre’yi görmemiş olmalılar. Evet güzeldi Como'da Garda'da ama Lucerne’nin bize yaptığı etkiyi yapamadı hiçbiri, sönük birer yıldız olarak yerlerini aldılar hafızamızda Neden yoktu aynı etki? Bir kere köy havası yoktu o göllerin kıyılarında. Lucerne çevresinde ise İsviçre köyleri bütün saflıklarıyla duruyorlardı. Como'da ise bizim boğazda yalılar nasıl boğaz manzarasını yer yer kaplamışsa Como gölünde tamamen kaplanmıştı. Gerçi gölün güzelliği yukardan kuşbaşı bakıldığında ortaya çıkıyordu ama fena mı olurdu küçük İtalyan köylerinde sokaklar arasında dolaşabilseydik.
2-3 saatlik yolu durup kalkmalar, gezip dolaşmalar, Can’ın uykusu gelip huysuzlaşmaları ile 6-7 saatte alınca Como gölünün etrafını dolaşmaya başladığımızda saat 9a geliyordu. Işığın son demlerinde çekebildiğimiz kareler olduğuna seviniyoruz.
Como'ya varışımız aslında saat 18.00 civarıydı. Otopark fişini aldığımızda saat 18.30. İtalya'da yoğun işlek yerler haricinde akşam 8e kadar park ücretli, sonrasında ise ücretsiz çoğu mavi ile çizilmiş park yerlerinde... Como'da dolaşalım dedik önce, şehrin merkezini turladık. Akşam olmuş, cafeler, publar dolup taşıyor, canlılık var. Benim gözüme bir oyuncakçıda ki Şirinler takılıyor. Bayılarak seyrettiğim, çizgi romanlarını takip ettiğim çizgifilmin karekterlerini seviyorum uzaktan.
Yemek yiyip Como gölünün tavsiye edildiği gibi etrafını arabayla gezelim diyoruz ama vakit de dar, hava kararıyor. Bir müddet gidip, durup seyredip sonra hadi geri dönelim, istikamet Milano. Otele vardığımızda Can çoktan uyumuş.
Yarın Milano'dayız. Aynı zamanda İtalya'da bir bayramın kutlamaları varmış.
Can'da bu kutlamalara eşlik edip İtalyan abi ve ablalarıyla gitar konseri verecek sizlere:)
18 Haziran 2009
3. gün Almanya-KONSTANZ
Geçen gelişimizde Schengen vizemiz olmadığından Almanya tarafına geçememiş olmaktan dolayı içimizde kalmış demek ki, bugün yine Almanya tarafına geçtik. Ama bu sefer alışveriş etmek için değil, gezmek için...
Bu görüntülerle mest oldum ben... Uzun uzun yürüdük, yine güzel fotoğraflar çekebilmenin mutluluğu. Objektifin baktığı yer yön güzel...
Güneşli pırıl pırıl bir hava var. Köyümüzden 15-20 km gidiyor gitmiyoruz karşımızda Konstanz... Sokaklar, merkez cıvıl cıvıl, yürüyüş yapanlar ve illa ki bisiklete binen maaile burada...
Ben şu çocukların arkaya takıldığı mini karavan-bisiklet buluşunu çok sevdim. Bizim memlekette hiç yok bundan. Neden!!! Çünkü bisiklete binmiyoruz, binemiyoruz. Adamlar bisikletler için ayrıca yol yapmışlar, biz yürüyüş yolunu zor buluyoruz, arabalar kaldırımları bile işgal etmiş durumdayken nerede bisiklet yolu bulmak!!!
Biz hayıflana duralım, bizi sokak çalgıcıları karşılıyor. Bir nebze unutuyoruz derdimizi.
-Oooo, Pınar Hanımlarda burdaymış, wilkommen sie efenim wilkommen sie!
Yorgun bisikletçiler, güneşin altına uzanmış dinleniyorlar. Ne keyif ama!!!
Yürüyüşe devam, Bodensee gölü boyunca. Göl demeye dilim varmıyor, deniz güzelliğinde, koyu mavi bir renk, kıpır kıpır, tertemiz...Çıkarıyorum ayakkabılarımı ve göle inen merdivenlerden doğru suya dokunduruyorum ayaklarımı. Tekrar gelebilelim dileğiyle...
Burada yaşlanmak istiyorum birden...
Hadi eve dönme vakti diyor eşim. Yarın sabah İtalya'ya yolculuk var...
15 Haziran 2009
SESSİZLİĞİN SESİ: BERLİNGEN'DE 1. GÜN
Aynı bıraktığımız gibi. Klise çanlarıyla selamlıyor bizi yine. Ama değişen bir şeyler var, yemyeşil olmuş her yer, orman gürleşmiş, üzüm bağıymış meğerse şurası... Bodensee gölü meğerse maviymiş. Öncekinde lacivert griydi sanki.
Şimdi anladım, aylardan Ocak değil, Haziran… İlginçtir, önceki gelişimizde de yine bir ayın sonunda gelip diğer ayın ilk haftasının sonunda geri dönmüşüz. Aralık’dan Ocağa geçerken bu sefer Mayıstan Haziran’a geçmek var.
Derken misafir olacağımız eve varmışız, üstelik GPS olmadan. Büyük gurur yaşıyoruz…
İsviçre bayrağı selamlıyor bizi…
Burada her evin önünde bayraklar dalgalanıyor. Sadece İsviçre bayrağı da değil, bir yandan da Turgau kantonunun bayrağı olan yeşil sarılı ejdarha çiftli olan bayrak var…
Evimizin bir tarafı ormana bir tarafı göle bakıyor.
Uykusunu almış, yeni bir eve gelmiş Can var karşımızda, anne baba ise uykusuz ve de bitkin.
Üstelik içinde merdiven bulunan bir ev!!! Olamaz. Sürekli çıkılıp inme turları, Can oğlum düşeceksin dur! Durulmaz, anne baba peşinde, aman düşmesin!
Uyku, oturmak, uzanıp dinlenme hissi ve merdivenler…
Bizim için ayrılmış orman manzaralı oda, rahat yatak, özel banyo&wc. Aşağıda nefis bir kahvaltı masası. Öte yanda ise merdivenler…
Ev içinde rahat yok, haydi doğru bahçeye! Kahvaltılar sırayla edilecek. Babaya öncelik verdik. Bahçedeyiz Can paşa ile… Burada da bitmez yaramazlıklar. Evin çevresindeki taşlar, kanalizasyon ızgarasından atılmaya başlanır. Karşı komşunun köpeğine doğru koşulur, köpek kaçar, bizimkisi kovalar, illa kuyruğundan yakalayacak. Oradan uzaklaştırmaya çalışılır bu sefer aşağıdaki komşunun at çiftliğine girilir. Atlara uzanılır, korkan anne kaptığı gibi kaçar, Can kıyameti koparır, neden atlara dokunamamıştır?! Atın huyu suyu bilinmez, sahibi ne der bilinmez.
Soluk bu sefer klisenin parkında alınır…
Biraz rahata erilir.
Orman’a giderken ki küçük göl buz tutmuştu, şimdi yeşilliğini gösteriyor, meğerse ne çok balık barındırıyormuş içinde…
Nereye baksak yeşil, mavi karşımı bir manzara. Gözlerimiz hasret kalmış böylesi görüntülere…
Korna gürültüsü yok, su sesi var, ağaçların hışırtısı, kuş sesleri…
Konuşurken bile sesini yükseltemiyor insan. Can dur gitme oğlum diye seslenemiyorum bile, sessizlikten utanıp. Sesim çıkamıyor.
O kadar güzel geliyor ki sessizliği bozan suyun sesi, ağaçların hışırtısı ve kuş sesleri…
Gün sona eriyor... Bu anı fotoğraflayabilmenin mutluluğu, günün yorgunluğunu silip atıyor. Yerine "-iyi ki gelmişiz, iyi ki gelmişiz" nidaları...
12 Haziran 2009
YOLCULUK
Sonunda yolculuk günü geldi çattı,
İlk defa bir gezi öncesi böylesine heyecan duyuyorum.
Ama tuhaf bir heyecan bu.
Sınava girecek öğrenci telaşı gibi…
O kadar hazırlanmışım ki,
Uçak biletini çok önceden almak, arabayı gitmeden kiralamak, tatilin planını yapmak, gidilecek yerleri tespit etmek, otelleri seçip rezervasyon yapmak, sonra vize işlemleri, aman eksik belge olmasın, git gel olmasın. Her şey tamam.
Peki ya bir şeyler yolunda gitmezse bulutları dolaşıyor kafamda.
En önemlisi ise Can ile yolculuğa gidiyor olmak beni heyecanlandıran.
Ya hasta olursa, ya oralarda bakamazsak, ilk defa uçağa binecek, nasıl tepki verecek, konforlu bir yolculuk olacak mı?
Gideceğimiz adresi bulabilecek miyiz? Uykusuz yolculuk yapmak nasıl olacak? Bir şey unutur muyuz giderken? Can ne yiyecek yolda, ne giydirsem, yanıma ne alsam?
Bavul hazırlamaktan nefret ediyorum. Kendim için olsa hiç problem değil, Can'ın bir şeyi eksik olmasın stresi var üzerimde. Birşey unutsak sanki gittiğimiz yerde alamazmışız gibi. Öyle de oldu zaten...
Orada hava nasıl olacak? İsviçre soğuktur, İtalya sıcak, her ikisini de düşünmek gerek. Giysileri, ayakkabıları seç, uygun çantada olmalı. Ama bavulum bunu kabul edecek mi, bavulum kabul etse, uçak ne diyecek, sökül paraları, çok kilolusun mu diyecek bizim bavula… En iyisi alma bir şey, git ordan al iç sesi. Sustur şu şeytanı, abartmadan seç, geri bırak şunları. İsviçre’dekilere götürülecek hediyeler tamam mı? Yeterli mi? Bir şeyler daha alsak mı? Aman unutmayalım kimseyi… Tamam artık bitti, kapatıyorum, veriyorum sınav kağıdını hocaya...
Vakit geldi, eşyalar arabaya yerleşti, Can paşa uyandırılmadan kucaklandı, son bir kez daha bakarak evimize, biraz da hüzünle, kapı çekildi yavaşça, sağ sağlim dönebilmek, evimizi de eksiksiz bulabilmek dilekleriyle…
Havalanına gelene kadar uyanmadı Can, öyle bir saatte gitmişiz ki, bagajları kolayca verip, hiçbir yerde bekletilmeden uçakta bulduk kendimizi, meğer önceliği varmış çocuklu ailelerin, ilk biz yerleştik uçağa. Önceden ipod a yüklenen, sevilen çizgi filmler yolculuk ve tatil boyunca hayatımızı kurtardı diyebilirim. Bir süre çizgi film seyrettik, hiç korku ya da ağlama yaşamadık. Sonra da babasının kucağında uykuya dalış… Oysa benim hayallerimde daha zor olacaktı bu kısım.
Derken anons sesi, alçalıyoruz, kemerlerimizi bağlayalım. İniş kısmı nasıl olacak acaba?
Uçaktan en son biz çıkıyoruz, hatta herkes çıktıktan bir süre sonra. Can terlemiş, üstünü değişmek gerek, toparlanamıyorum bir türlü, uçak ekibi bizi bekliyor. Neyse yine hiç bir yerde beklemeden havalanındayız. Bagajları, çocuk arabasını alıp, pasaport kontrolden de geçtikten sonra karşımızda Europcar ofisi. Önceden arayıp o saatte birileri bulunacak mı dediğimde evet cevabını almıştım ama kimsecikler yoktu, ben birilerine sorayım derken görevlinin kapıdan gelmesi bir oldu. Dilimde sorular, biz bu arabayı çaldırırsak ne olacak? Kaza yaparsak ne yapacağız? Görevli İtalya'ya geçeceğimizi duyunca, arabadaki Europcar yazısını çıkaralım, görmesinler diyor. Hırsızların daha bir gözdesi oluyormuş nedense.
Çocuk koltuğunu monte ediş, eşyaları yerleştirişin ardından yeni bir rahatlama, 2.sınav bitti sanki... Şimdi ki hedef Berlingen, üstelik GPS imiz de yok daha, nasıl olacak bu iş. Önce Zurich yeşil tabelası takip edilecek, ardından Fraunfeld, sonrası gelecek zaten… Basel’den hareket ediş, ya kaybolursak düşüncesi, önce bir tereddüt yaşayıp acaba şuradan mı girecektik otobana deyip, geri dönüş, sonra doğru yoldaymışız ohh deyiş, rahatlama ve bastıran uyku... Dur ve etrafa baksana Pınar, gün doğuyor, temiz havayı içine çeksene… Olmadı, sınav bitmiş artık, uyku galip…
10 Haziran 2009
DÖNDÜK AMA HİÇ DÖNESİMİZ OLMADAN...
10 gün o kadar kısa bir süreydi ki bu tatil için, bu yüzden ben ne İtalya kısmına doyabildim, ne de İsviçre kısmına. Tek başına İsviçre olsa bile doyacak değildim zaten. İtalya ise ayrı muamma…
Bu geziyi ülkelere göre ayırarak anlatmak en doğrusu sanırım. Gezinin bir de Almanya tarafı vardı, üstelik 2 gün gibi ciddi bir paya da sahipti ancak Almanya’yı İsviçre ile aynı grupta saymak yerinde olur. Bizim gördüğümüz benzer oldukları idi.
Benim için masal ülkesi İsviçre. Bunu bir kez daha anladım. Tatil yapmak için çok güzel bir ülke de, yaşamak nasıl olur acaba diye de düşünmedik değil, tatilin sonunda. Bu konuyu ayrı bir başlıkta irdelemek istiyorum. Yurtdışında yaşayan bir Türk olmak, hayatının başlangıcını Türkiye’de yapıp, sonrasında gurbete çıkmak… Araf’da kalmak, yabancılık hissi… Apayrı ve derin bir konu bu…